ERZİN BÖLGESİ’NDE SOSYAL YAŞAM, KÜLTÜR VE FOLKLOR
Erzin toplumu, konar-göçer bir geleneğin, yıllar sonra yerleşik düzende, kendi yaşam tarzını benimseyip, özgün değerlerini bugünlere taşıyabilen ilginç bir yapıya sahiptir. Atalarından gelen bir çok geleneksel yaşam tarzı içinde, “baba egemen toplum” düşüncesini hala devam ettirmektedir.
Eski yıllardan bugüne, çekirdek aile dediğimiz “oğullar-kızlar-torunlar” bir arada, “ataerkil” küçük toplum düzeni, son 40-50 yılda bırakılarak, modern anlamda, ana-baba ve çocuklardan oluşan bir yapıya kavuşma çabaları devam etmektedir. Erzin için çok sınırlı olan, ailenin özgün ve kutsal yapısındaki bu değişim, birlikte yaşanılan mekanda böyledir. Konuyu dayanışma ve sosyal yapı olarak ele alırsak, bunun bazen saygıdan, bazen de ekonomik bağımlılıktan olsa gerek, büyüklerin yaptırım güçleri kendi yasalarını ve törelerini hala egemen kılmaktadır. Büyüklerin bu koruma duygusu ve aileyi yarınlara hazırlama çabası ile tecrübe ve birikimleri, alt grubu oluşturan ana-babalar tarafından da, bazen mecburiyetten ve bazen de kolayına geldiğinden olacak, kabul görmektedir.
Merkez ve bağlı köyler dahil binlerce aile, aynı bahçe veya çatı altında birlikte yaşamaktadırlar. Aslında bu düzene yarı ataerkil toplum da diyebiliriz. Bu tarzı; memur, esnaf ve diğer bağımsız çalışanlar da, kısmen de olsa değişmiş olarak görmekteyiz. Yani ekonomik bağımsızlığını kendi kazancı ile sağlayan aile grubu, yerleşik düşünce tarzını az da olsa yıktığından, büyüklerin desteğini kaybeder. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” atasözünün, Erzin geleneksel yaşam tarzında hala geçerliliğini koruduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.
Her ne kadar özel ve özgün ağız tadı yiyecek ve içeceklerden karşılıklı ziyaretler esnasında verilir veya gönderilirse de, bu bağışların ve hoş görülerin rakamsal değerleri büyük değildir. Bazı büyükler, güçlü ve artı değerlerini aile mekanı dışında yaşayan gruba aktarırken bile bu mallar (ev-araba-dükkan v.b.) yine kendi adına kayıtlıdır. Büyükler, toplum içinde saygın bir konuma gelen aile bireyi ile övünç duymanın keyfini sürer ama, karşılığını vermekte (ekonomik açıdan) çok hasis davranırlar ve hatta vermezler demek daha doğru olur. Aslında, bu değer manzumesi Türk Toplumu açısından her yörede çok az farklılıklarla aynıdır.
Sosyal yaşam, bozkırın dışına çıkarak yerleşik yapıya kavuşmuşsa da iklimin özelliği ve konar göçerliğin verdiği duygu gereğince, yazları yayla ve az da olsa deniz kenarında geçici yaşam tarzı devam etmektedir. Bu yaşam tarzında konutun rahatlığı, çadırın hükmünü tamamen ortadan kaldırmış durumdadır. Çiftlik hayatı, tarım sanayinin (Traktör-tarım aletleri ve diğer vasıtaların çoğalması nedeniyle) gücü ile orantılı olarak bitmiştir. Tarla işleri, günlük yaşamın ve iklimin gereklerine göre modern bir ortam da yürütülmektedir. Tarım sektörünün narenciye üretimine kayması, toplumu az çabalar, çok kazanır duruma getirmiştir.
Toplumun değer yargılarındaki yaşamın değişmez yazgısı, boş zamanların hala dernek ve kahvehanelerde geçmesini önleyememiştir. Eskiden bu durum sadece büyüklere has bir geleneksel yaşam tarzı iken, bugün çocuklar ve gençlerde de görülmektedir. Spor ve eğitimin, sosyal yaşamdaki, yaptırım ve kazanımları bireylerin tembelliklerine kurban edilmektedir. Bu konuda belgeler bölümü içinde, bundan 50 yıl önceki, mahalli oyunları ve uygulamaları ayrı metinler ve okuma parçaları olarak işlenmiştir.
Erzin toplumuna sonradan katılan grupların yaşam tarzlarında da mahalli unsurlara rastlamak pek olası değildir. Bu durum sonradan gelenlerin kendi yaşam tarzlarını devam ettirme çabaları yanında, yerli halkın da karışımı sağlayacak bir gayreti göstermemesi nedeniyle, taraflar kendi özgünlüklerine devam etmektedirler. Geçmişte 4 ayrı mahalleden oluşan ilçe halkı, idari işlemlerin gerektiği için, bugün 10 mahalleye bölünse de bu, şekilden ibarettir. Okur-yazar oranının yükselmesi, yeni oluşumların sağlanması ve modern yaşamdaki bilişim ve iletişimin, görüntülü olarak herkese sunulması bile, toplumun yeni dünya düzenini özümlemesini sağlayamamıştır.
Türkiye genelinde olduğu gibi, din unsuru Erzin toplumu üzerinde de baskı ve yaptırımlarını devam ettirmektedir. Buna park ve cafe uygulaması yanında, yüksek okul yaşam tarzına da kavuşamayan gençlik, haremlik-selamlık uygulamasının baskısından ne yazık ki kurtulamamıştır. Ancak, toplumun eskiye nazaran bugün için, kız çocuklarını okutabilmek (Özellikle yüksek öğrenimde) için harcadığı çabaları da takdirle anmak gerekir. Bu durumu nüfus sayımı sonuçlarına baktığımız da açıklıkla görmekteyiz.
Erzin’li büyüklerle diğer devleti ve mülki idareyi yürütenlerden Erzin halkının en büyük isteği, bir an önce (1906 yılında Rüştiye okulu olan bu topluma) yüksek okullarla birlikte sosyal içerikli kurum ve kuruluşları da ilçemiz halkının hizmetine sunmalarıdır. Bu konuda toplumun geleceği olan gençlerimiz ve mali imkanlarımız mahalli olarak hazır durumdadır. Uyum, toplumun dinamiği içindedir. Onu bulup uygulamaya koyan yönetici ve büyüklerimize şimdiden minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.
Kültür, toplumların maddi ve manevi değerler manzumesidir. Her türlü bilginin birikiminden oluşan kültürel değerler de toplumun yansıyan yüzüdür. Edebi, Tarihi Sosyolojik, Psikolojik ve Felsefi unsurlar da kültürün tamamlayıcı faktörleridir.Yaşayan bir toplumun gelenek örf ve adetleri, geçmişi ile geleceğini bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlar.
#ERZİN VE ÇEVRESİNDE KIZ İSTEME VE DÜĞÜNLER
Erzin folkloru, kendine has özellikler arz eden ve araştırmacıları özendirecek zenginliklerle doludur. Halk, bir çok tarihi alışkanlıklarını ve geleneklerini hala devam ettirmektedir. Ayrıca, maddi ve manevi zenginlikleri kendisine o bölge içinde saygınlık ve ayrıcalık kazandırmaktadır. Bu farklılık nedeniyle Erzin, her devirde resmi ve özel göç almış bir kenttir. Bu göçler;1879,1910,1925,1952 yıllarında resmi ve her sene de binlerce özel yollardan yapılmakta ise de, geleneksel sosyal yaşam düzeyleri çok az değişime uğramıştır.
Erzin’de kız isteme ve yuva kurma geleneği eski yıllara göre hemen hemen aynıdır. Bu konuda “Görücü Usulü” kız isteme ile “Gerdeğe Girme”zamanı arasında geçen folklorik aşamaları eski yıllara göre anlatacağız.
Gelin adayının tespiti yapılarak, erkek evi kız istemeye gideceği zamanı karşı tarafa bildirir. Kız evinden olumlu çağrıyı alan erkek evi, heyet içinde gidecek kişileri seçer ve bu konuda onların rızasını alır. Heyet, genelde yaşlı ve saygınlığı kabul gören aile dışı kişilerden ve aile içi dede, büyük anne, baba, anne, amca, yenge, teyze, hala v.b. yakın akraba çevresinden seçilirdi. Kız isteme için ilk, “Gece Oturmasına” yeteri kadar belirlenen heyetle en iyi giyim-kuşam hazırlığı yapılarak gidilirdi. Gelenlere ikramı gelinlik kız yapardı. Hatır sormalar ve güncel konuşmalardan sonra, heyetle birlikte gelen ve aile içinden veya dışından oraya getirilen saygın kişi “Allah’ın emri, Peygamberin kavli ile kızınızı, oğlumuza istemeye geldik” diyerek konuyu ve talebi kız evi tarafına bildirirdi. Genelde, bu talep kız evinden bir büyüğün, “Kısmet, hayırlı ise olsun” temennisiyle karşılanarak, araştırma ve düşünme için süre istenirdi. Orada bulunan her iki tarafa da ağız tadı olarak genelde bisküvi ve lokumdan oluşan ikramlar yapılırdı.
Kız evinin yeniden izin vermesi üzerine, erkek evi tatlıları hazırlayıp, ikinci defa kız isteme talebi ile ziyarete gidilir (Eskiden tatlılar, sini tabir edilen bakır tebsilerde pişirilen baklavalardan oluşurdu) tatlı yenilir ve kız isteme işi tamamlanırdı.
Kızın verilmesi üzerine, yüzük takma ve “Okuntu Götürme” merasimine hazırlık başlardı. Okuntu, kız tarafının en yakınlarına (Kız yakınlarının tespitinde, erkek evinin gücü ve onuru esastır.) göre, genelde giysilerden oluşan hediyeler alınırdı. Yüzük takılma merasimi ve hediyelerin verilmesinden sonra, karşılıklı olarak nişan ve düğün ile ilgili görüşler ortaya atılarak, gün tespiti yapılmaya çalışılırdı. Önceden anlaşma veya kız ile erkeğin talebi üzerine, söz kesme, yüzük takma ve tatlı yeme işlemleri aynı anda yapılırdı. Nişan ve düğün, genelde hasat mevsimi olan, Sonbahar’da yapılırdı.
Nişan, kız ve erkek tarafını bir araya getiren ilk büyük törendi. Bu törene kız-erkek tarafının tanıdığı herkes, az da olsa bir hediye paketiyle davet edilirdi. Bugünlerde davetiye yazılı olarak yapılmaktadır. Nişan, yardımlaşma ve dayanışmanın en güzel örneklerindendi. Herkes hediyesini nişan töreninde verirdi. Verilen hediyelerin kimlerden geldiği ve neler olduğu yüksek bir yerden, herkesin duyabileceği bir sesle merasime katılanlara açıklanırdı.(Benim nişan ve düğünüm, eşimin Edirne’li olması nedeniyle ikisi bir arada Erzin Sineması’nda 22.4.1972 günü yapılmıştı. Gelen hediyeler İlkokul öğretmenim Sn. Ali Taşdemir tarafından katılımcılara sahneden yüksek sesle duyurulmuştu) Merasim, genelde kız evinde kadınlar tarafından yapılırdı. Toplanan hediyeler, kızın çeyizine eklenirdi. İlerde kurulacak evin eşyaları, nişan töreninde toplanır, noksanlar da toplanan paralardan alınarak tamamlanırdı. Dini bayramlarda erkek evi, geline ziyarete gelirken noksan eşyaları tamamlar veya ziynet eşyaları getirirlerdi. Kurban bayramlarında erkek evinin durumu iyi ise gelin adayına kurbanlık (Koyun, Keçi veya Dana) götürülürdü.
Erzin’de hasat, eylül ayı itibariyle elde edildiğinden, nişan ve düğün törenleri bu ayda başlar, şubat ayı sonuna kadar devam ederdi. Merasim tarihi, iki aile arasında tespit edilerek davetler yapılırdı. Bugünlerde nişan ve düğün ikisi bir arada tek merasimle yapılmaktadır.
Biz eski geleneklerle yapılan düğün merasiminden bahsedelim. Düğün merasimi, erkek tarafından üstlenilirdi. Düğüne, başka köy ve kentlerden gelecekler için yerler belirlenir hizmetlerin aksamaması için tedbirler alınırdı. Düğün, hafta başından itibaren başlar yiyecek ve içecekler hazırlanırdı. Gece toplantıları düzenlenir, sohbetlerde hikayeler ve anılar anlatılır, türküler söylenir, oyunlar oynanırdı. Düğün, Cumartesi sabahı başlar, Pazar akşamı sona ererdi. Cumartesi sabahı, kurbanlar kesilerek, davetlilere sunulmak üzere büyük kazanlarla yemekler hazırlanır, öğle namazından çıkan insanlar düğün yemeğine davet edilirdi. Yemek yenildikten sonra mevlit okunarak toplu dualar edilirdi. Davul-zurna eşliğinde, Türk bayrağının direğine bir soğan yerleştirilir ve bu soğanı silahla düşürene hediye verilirdi.
Mahalli oyunlar hep birlikte halay çekilerek oynanırdı. İkindi vaktinden sonra kız evindeki çeyizi almak üzere “Kınacı” dediğimiz ilk halay ekibi yola çıkardı. Oyunlar eşliğinde kız evinden alınan çeyiz, itina ile taşınarak erkek evinde damada hazırlanan mekana yerleştirilirdi. Bu taşıma işinde özellikle, boy aynaları kız evinin mahallesindeki erkek çocuklarının taşlarından (Mahalle çocukları gelin için gidiyor diye üzülüp, tepkilerini taş atarak gösterirlerdi) korunurdu. Eğlence ve gösteriler, Cumartesi gecesi doruk noktasına çıkardı. Geç vakitlerde, kız evi yakın ise davul-zurna eşliğinde oraya gidilir, oyunlar oynanır ve mutlaka bir hediye alınarak geriye dönülürdü.
Düğünün en önemli merasimlerinden birisi de “Kına Yakma” dediğimiz gelinin hazırlanmasıydı. Kız evindeki bu merasime erkek evinden gelen kadınlarda katılarak, toplu halde kına vurma işlevini yürütürlerdi. Kına, özellikle genç kızlar tarafından heyecan ve keyifle sürülürdü. Önceden tespit edilmiş ve yörenin en güzel ağıt ve türküsünü söyleyen hanımlar, kına yakma merasimi esnasında içli içli ağıtlarla gelini ağlatırlardı. Genç kızlar bir yandan küçük hediyeler verirler ve kına yakma işine de katılırlardı. Şimdi sizlere, Erzin ve Kadirli Orta Okulu öğrencilerinin derlediği, Mehmet Karaduman isimli öğretmenin düzenleyip Türk Folklor Araştırmaları Dergisi’nde 1973 yılı şubat ayında yayınlanan, Kadirli ve Erzin’de Kına Gecesi Ağıtları isimli ağıtı, aşağıda sunuyoruz.
#KINA GECESİ AĞIDI (225)
Kız anası kız anası
Başında mumlar yanası
Elinde kâbe kınası
İşte koyup gidiyorum
Bana da gerek bir ana
Ağlıyalım yana yana
İki gözüm gelin ana
İşte koyup gidiyorum.
Bana da gerek bir baba
Ağlıyalım gaba gaba
İki gözüm arslan baba
İşte koyup gidiyorum
Bana da gerek bir bacı
Ağlıyalım acı acı
İki gözüm hatun bacı
İşte koyup gidiyorum
Bana da gerek bir gardaş
Hani kızlar bana yoldaş
İki gözüm yiğit gardaş
İşte koyup gidiyorum
Bana da gerek bir bibi (hala)
Ağlamanın vakti şimdi
İki gözüm hatun bibi
İşte koyup gidiyorum
Atladım geçtim eşiği
Sofrada kodum kaşığı
Bizim evin yakışığı
İşte koyup gidiyorum
Elimi yuduğum arklar
Belimi verdiğim dutlar
Silip süpürdüğüm yurtlar
İşte koyup gidiyorum
Baba ekinin bitti mi
Kardaş ekmeğin arttı mı
El oğlu keyfin yetti mi
İşte koyup gidiyorum
İki gözüm arslan babam
Yüreğine dert ederim
Hem ağlarım hem giderim
Gider de geri gelirim
Bindirirler Arap ata
Götürürler yönün öte
Savuşturun eşim kızlar
Yedi oluktan da öte
Bindiğim atlar etlensin
Gittiğim yollar otlansın
İşte koyup gidiyorum
Kız anam nasıl gatlansın
Şu görüneni ekin sandım
Ekin değil soğan imiş
Kız anadan ayrılması
Ölüm değil figan imiş
Atlı geldi gözeneye dizildi
Uyku geldi elâ göze süzüldü
Altın teşte al kınalar ezildi
Ezdiler de vurmadılar kınamı
Kınamı da ağlattılar anamı
Erkek evinde devam eden düğünlerde geceleri “Sinsin” adı verilen büyük ateşler yakılır, onun çevresinde oyunlar oynanırdı. İçkinin sarhoşluğu ve eğlencenin coşkusu ile tabancalar atılır, türküleri ile birlikte Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi ünlü ve yiğit atalarımız hazır bulunanlara anlatılırdı. Gece kısa bir aradan sonra, sabahın ilk ışıkları ile tekrar davul-zurna eşliğinde oyunlar yeniden başlardı. Bu oyunların mahalli isimleri; Garip, Kaba, Köroğlu, Adana Üç Ayağı, Halebi, Şirvani, Malatya Üç Ayağı, Kırıkhan, Ceren, Döne, Zennube, Ela Gözlü Benli Dilber, Hasan Dağı, Pekmez, Kartal Havası ve Lorke v.b.
Sabahleyin damat arkadaşları ile birlikte hamama gider, düğün alayı için hazırlıklar yapardı. Aynı hazırlık gelin evinde de yapılırdı. Öğle ezanından sonra, önde damat arabası arkada alaya ait diğer arabalarla kız evine gidilir. Damat arabasının önünde kayın peder, arkada görümce (Damadın kız kardeşi) ve damat bulunurdu. Kız evindeki oyunlardan sonra, gelinin erkek kardeşi onu damadın arabasına bindirerek görümce ile damada teslim ederdi. Düğün alayının önü, yollarda çocuklar tarafından kesilerek, bahşiş alırlar ve aralarında parayı paylaşırlardı.
Gelin, damadın evine gelince, arabadan indirilmez kayın pederden “Üzengilik” denilen hediye talep edilirdi. Genelde hediye olarak, dişi dana (üremeyi temsil eden) verilirdi. O anda babacan ve güler yüzlü birisi elinde bir yastıkla önüne gelene vurarak “Şaba” dediğimiz hediyeyi davul-zurna ekibiyle birlikte çevreden toplardı. Aynı anda araba üzerine, içinde bozuk para, buğday ve şeker bulunan bir karışım atılarak, yeni evlenen gençlere bolluk ve dirlik temennisi yapılırdı. Damat, gelini alarak kapalı bir odaya götürerek hediyesini takıp, alaya kendisi ile birlikte katılan kız kardeşine gelini teslim ederdi.
Damat, arkadaşlarının yardımı ve desteğinde avlunun bir köşesinde “Damat Traşı”na başlardı. Hazır bulunan ve sonradan oraya gelen kişiler damada hediyeler takardı. İçerde ise, gelinin çeyizi serilerek gelen hanımlara ve genç kızlara gösterilirdi. Düğüne dışarıdan katılanlara ve çeyiz seyri sırasında dışarıdan gelen misafirlere, gelin tarafından “Gelin Teli” hediye edilirdi. Yatsı namazından sonra, dini nikah şahitler huzurunda yapılarak iki rekat namaz kılınır ve “Gerdeğe” girilirdi.
Yöremizin, folklorik yapısında bu ana tema dışında bazı eklemeler veya noksanlıklar varsa da daha detayı buraya alamadığımız için onlardan özür dileriz. Erzin’e sonradan çevre illerden gelerek yerleşenler ile yurt dışından gelenlerin bu törenlerde farklı uygulamaları olabilir. Aslında bugün bu kız isteme ve düğün törenleri günün manevi, maddi ve töresel şartlarına göre değişmektedir.
#ERZİN YÖRESİNDE KUNDAK TOPRAĞI
Türkler Orta Asya’dan batıya göç ederken tabiatın acımasız ortamına uyum sağlamanın tecrübelerini çoktan öğrenmiş bir kavimdi. En büyük varlıkları hayvanlarıydı. Her türlü şartlarda hayvanlarını korurlar ve geçimlerini onlardan temin ederlerdi. Bütünleştikleri hayvanlarının sütünden-gücüne varıncaya dek doğal ortamda, ilkel araç ve gereçlerle kendilerine destek ve imkanlar sağlarlardı.
Bilindiği üzere X.yüzyıl itibariyle Anadolu’ya ulaşarak 1071 de Malazgirt Savaşı ile kesin zaferler sağlayıp yerleşmeye başladılar. Bu coğrafyada yeteri kadar ot ve su vardı. Yazları yaylalarda, kışları ise ovalarda göçebe olarak yaşayıp doğal ortama uyum sağladılar. Zaman içinde biraz macera ve meraktan biraz da çevrenin baskılarından Anadolu’da konar- göçer olarak devam edip, XVIII.yy kadar kısmen kentleştiler. Hatta bu geleneksel yaşam tarzlarını halen, yazları yaylalara çıkarak devam ettirmektedirler.
Erzin, Çukurova ve Amanos Dağları eteklerine yerleşen Türkmen Aşiretleri’nin kurduğu bir merkezdir. İlçenin konar-göçer toplumu, XVII.yy da Adana-Ceyhan İlçesi’ne bağlı Kurtkulağı kasabası ile İskenderun Körfezi’ne bakan Karanlıkkapı mevkii arasında yerleşen aşiret boylarıdır. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen bu Türkmen Aşiret’leri hayvanları ile otlakları arasında “yaylak- kışlak” ikilemini her türlü zorluğa rağmen yaşamışlardır.
Doğanın gerçeği olan doğum-yaşam-ölüm üçgeninde aşiret, tabiata uyumu deneme sınama ile bulmuştur. Kendisi ve hayvanı için gerekli değerleri elde ederken, pratik zekasını işleterek doğal yaşamı kendi lehine kullanmasını bilmiştir.
Hatay’ın Erzin İlçesi’nde bulunan Türkmen Aşiretlerinin büyük bir bölümü yazları sıcak ve kurak geçen mevsimi Amanos sıra dağlarının tepelerinde özellikle Karıncalı Yaylası’nda geçirirler. Toprağa dayalı bir sisteme uyum sağlamalarına rağmen belli aylarda konar- göçer geleneklerini yaylalarda veya İskenderun Körfezi’nin kıyısındaki Burnaz deniz kıyısında geçirirler.
Aşiretlerde “hijyen” dediğimiz sağlık bilgisi yukarıda da belirttiğimiz gibi deneme- sınama ile bulunmuştur. Toprak ve iklime uyum sağlamak bilindiği gibi zamana bağlıdır. Uygulamada pratiklik vr yararlanma insanoğlu’na Tanrı’nın bir lütfudur. İnsanlar mantık ve muhakemeleri ile doğrulara ulaşmışlardır. Doğrular da, sistem ve uygulamalar sonunda farklı yollarla bulunabilir. Sonuçta esas olan insana en yararlı düzeni sağlamaktır.
Aşiret hayatının gerçeği konar-göçer olmanın verdiği hassasiyet ve tedirginlik onları et obur bir düzene sürüklemiştir. Ancak ,toprak ve ateş onların da temel kullanım araçları arasında ilk sıralardadır. Yerleşimde su ve otlak temel düşünceyi oluşturursa da çadırın emniyeti birinci plandadır. Belli uzaklıktaki su ve otlak, güvenli yaşamak için vazgeçilmez bir gelenektir.
Toprak, her yönü ile insanın hizmetindedir. İşte aşiretlerde bu kuramdan hareket ederek bebeklerinin bakımında ve temizliğinde toprağı kullanmışlardır. Anneler bebek kundağı ve içine koyduğu toprağı çocuğuna kullanmadan önce çeşitli aşamalardan geçirerek hijyenik hale getirmekteydiler. Özellikle ilkbahar aylarında köstebeklerin yer tabanından yüzeye taşıdıkları kara toprak parçacıklarını alıp, önce “ sarat “ adı verilen seyrek elekten geçirerek iri parçacıkları ayırırlardı . Aşiretin ayak değmeyen diye tabir ettiği ve zararlı eriyiklerden arınmış olan bu toprak taneleri bir saç veya büyükçe bir kazan içinde uzunca bir süre pişirilerek mikroplarından arındırılırdı. Hijyenik hale gelen bu temiz topraklar pamuk ipliğinden örülmüş “ Tırlık Çuval “ adı verilen torbada korunmaya alınırdı(226) Stok edilen bu topraktan ihtiyaç halinde bir avuç temiz ve yalnız bu iş için kullanılan bir tava üzerinde ateşe tutularak, tekrar ısıtılırdı. Isınmış olan bu toprak belek (bebeğin altına serilen bez) üzerine yayılarak çocuk bu toprakla birlikte kundaklanırdı. Kundaklanan bebeğin elleri ve ayakları birbirlerine paralel olacak şekilde kundağın içine alınıp, annenin sırtına dik olarak bağlanırdı. Böylece, anne ve bebek güvenli olarak her türlü hareket ile yürüyüşe hazırlanmış olurdu.
Kundak toprağı ve kullanımı eski Türkler’de de vardı.(227) Buna bazı bölgelerde “öllük” adı verilirdi. Ilık toprak çocuğu sıcak ve karın ağrısından uzak tutarak, kar ve soğuktan korurdu. Ayrıca toprağın emici ve örtücü gücü kundak bezini ve çevreyi temiz tutardı. Hatta bu hijyenik toprak çocukta, pişiklere ve yaralara sebep olan parazitleri barındırmazdı. Kundak toprağı, bu günkü anlamda çocuk bezlerinin (Hijyenik Ped) işlevini görürdü.
#ERZİN YÖRESİNDE KÜLLEME GELENEĞİ
Külleme, pişirme ve temizlik olmak üzere iki ayrı konuda yapılmaktaydı. Odun külü, her türlü alaşımdan arındırılmış hijyenik bir tozdur. Bu kül bir çok değişik işlemlerden geçirilerek farklı alanlarda insanlara yararlı hale getirilmektedir. Kuru toz halinde veya ıslak olarak da kullanılmaktaydı.
Yörenin temel gıdası olan yufka ekmek yapımı sırasında yakılan odunun sıcak külünde çeşitli yiyecekler pişirilirdi. Sıcak küle gömülen Soğan ve Patates gibi yumru bitkiler közleme adı verilen usulde hazırlanırdı. Eski yıllarda Meşe Palamut’u da küle gömülerek pişirilip yenilirdi. Ayrıca “Kül Kömbesi “de (228) yufka ekmek arkasından pişirilen bir yiyecek çeşidiydi. Bu kömbe ekmek yapımına yardım edenlere işin sonunda ayranla birlikte ikram edilirdi. Bilindiği üzere en güzel ve köpüklü kahve mangal külü ateşinde tapılarak keyifle içilirdi. Külde pişirilen ekmekler, kömbeler, kurabiyeler eski Türkler’de de vardı.(229)
Komşu, Komşunun külüne muhtaçtır.
Bu Atasözünün, deterjandan önceki yıllarda çamaşırlarda kullanılan odun külü nedeniyle söylendiğini sanıyorum. Ocakta veya yufka ekmek yapımından sonra karta kalan kül, bir teneke içine konularak su ile karıştırılırdı. Dinlendirilmiş külün suyu çoğaltılarak karıştırılır ve çamaşır yıkamada kullanılırdı. Küle karıştırılan su eğer yağmur suyu ise çok daha iyi temizlerdi.(230) Her evde bir teneke içinde bulunana bu çamaşır külü gerektiğinde komşulara da verilirdi. Küllü su da sabun, çok güzel ve yoğun biçimde köpürdüğünden çamaşırlar daha iyi temizlenirdi.
Küllemenin bir diğer kullanım alanı da, ısıyı muhafaza ile tencereyi isten ve alevden korumaktır. Bu işlemde tencerelerin dışı ıslatılarak çok ince bir satıh halinde ıslak külle kaplanırdı. Bu kaplamanın üzerine toz halindeki kuru küller bir tabaka teşkil edecek şekilde serpiştirilirdi. Dış çevresi küllenmiş tencere odun ateşinin isinden korunduğu gibi, ateşten aldığı ısıyı da koruyarak pişmeyi kolaylaştırır ve hızlandırırdı. Aynı zamanda ısıyı muhafaza eden o sıcak kül yemeğin demlenmesini (Özleşmesini) sağlardı.(231) Bu nedenle bu günlerde rağbet gören odun ateşinde pişen yiyeceklerin tercihi bundandır. Doğal pişme, ateş ve külün birlikte harekete katılması ile çok daha lezzetli olmaktadır.
Külleme, yörede olduğu gibi yurdun çeşitli bölgelerinde de rastladığımız temizlik ve pişirme yöntemidir. Günümüzde halen bu yöntemi kullanan ailelere rastlanmaktadır. Özellikle Hatay-Erzin’deki fakir ailelerin yufka ekmek geleneği devam ettiğinden külleme ile elde edilen pratik uygulamalar sürdürülmektedir.
KAYNAKLAR :
- Mehmet Karaduman. Kadirli ve Erzin’de Kına Gecesi Ağıtları. Türk Folklor Araştırmaları Dergisi. 1973/2
- Sıdıka Gökşen .13.4.1927 doğumlu.
- Prof .Dr. Bahaeddin Ögel / Türk Kültür Tarihine Giriş.C: II.Ankara 1991 Başbakanlık Basımevi.S:125
- Nayime Erol. 6.6.1943 doğumlu.
- Prof. Dr. Bahaeddin Ögel /Türk Kültür Tarihine Giriş.C:IV. Ankara 1991 Başbakanlık Basımevi. S:53-371-379
- Hibe Çınar.20.2.1952 doğumlu.
- Meliha Gökşen .10.8.1950 doğumlu.